Sultan İkinci Mehmed henüz yedi yaşlarında iken hocası Molla Ak Şemsüddin kulağına eğildi ve başarının en önemli kuralını fısıldadı:
“Hedefini tespit etmelisin.”
Önce hedef belirlendi: “Kostantiniyye mutlaka fethedilecektir.”
Ak Şemsüddin hedef tespitinden sonrasını da söyledi:
“Dağ ne kadar yüksek olursa olsun, yol onun üzerinden geçer. Sen dağ olmaya heveslenme, asla gururlanma; yol ol ki, herkes senin üzerinden geçerken, sen dağların bile üzerinden geçesin.”
“Hocam, ya şartlar elverişli olmazsa?” diye sordu. Ak Şemsüddin hiç duraksamadan cevap verdi:
“Şartlara teslim olmazsan şartlar değişir, sana teslim olurlar. Çok çalışır, çok dua eder ve çok istersen Allah’ın rahmeti tecelli eder, rahmet tecelli ettiğinde nice olmazlar tahakkuk eder. (gerçekleşir)”
Ve günü gelince, çocuk yaşına bakmadan Bizans’ın fethini düşünmeye başladı.
Çandarlı Halil Paşa, gencecik padişahın niyetini duyar duymaz telaşlandı. Sadrazamdı. Sadrazam olarak genç padişaha yol göstermek gibi bir sorumluluğu vardı. Bu çocuk (Padişah) bir çocukluk edip Bizans’ın üzerine yürümeye kalkarsa, alimallah Osmanlı mülkü pâymâl olabilir, hatta elden gidebilirdi. Ümmet-i Muhammed’i bir aceminin acemiliğine kurban etmeyecekti. İkaz görevini yapacak, kelle pahasına olsa bile Padişahı bu maceradan vaz geçirecekti.
Bir gün hışımla genç padişahın huzuruna girdi ve selamı bile unutup sordu:
"Sen ümmet-i Muhammed’i hisar önünde telef etmek mi istersün?"
Genç Hünkâr, baba yadigârı Sadrazamının öfkelenmesinin sebebini az çok tahmin etmişti. Fakat ağzından duymak istiyordu:
“Kangi sebepten ümmet telef olubdur koca vezirum?”
“Bizans’ı feth itmeğe and virmişsün. Ümmetun telefatine başkaca sebep ne lâzım?”
“Beli, and virdük. Ya biz Bizans’ı, ya Bizans bizi alacak dedük! Bir mahzuru mu var?”
“Elbette!” diye cevap verdi Sadrazam, konuşurken uzunca sakalı titriyordu: “Elbette ki mahzuru var, olmayacak duadır ki, akl-ı selim olmayacak duaya hiç bir vakit amin dimez.”
Sultan İkinci Mehmed gülümsedi:
“Kangi duayı kabul edeceğini ancak Hak Tealâ bilür. Biz sadece arzımızı yapar hükm-i İlâhiyi bekleriz.”
Kalktı, Sadrazamına doğru birkaç küçük adım attı. Gözlerine baktı:
“Her daim dimez misin ki, kul kısmı gaza yolunda elinden geleni yapmakla mükelleftur. Biz dahi muştunun (fetih müjdesinin) tahakkuku cihetinde say edeceğiz. İnşaallah-ü Tealâ fetih mukarrerdir.”
“Nereden belli ki?”
“Doğru, henüz belli değil. Zaten teşebbüs olmadan tahakkuk olmaz. Biz dahi teşebbüs üzereyiz.”
Koca Sadrazamın aklı bu işe bir türlü yatmıyordu. İkna olmamıştı.
“Baban alamadı, ondan öncekiler de alamamıştı, sen nasıl alacaksın?” dedi hafiften alaycı.
Genç hükümdar hışımla pencereye döndü. Bir süre yeniçerilerin koşturmasını seyretti. Onlar fethe inanıyordu. Ama yaşlı Sadrazamını henüz inandıramamıştı.
Yüreğine ince bir sızı girdi. Bir an için endişelendi. Ne de olsa yaşlı Sadrazamın müthiş bir tecrübe birikimi vardı. Onbeş yaşından beri devlet hizmetindeydi. Kendisi ise onbeş yaşını geçeli ancak birkaç yıl olmuştu. Bu açıdan şartlar aleyhine görünüyordu.
Fakat şartlara teslim olmayacaktı. Çandarlı’ya döndü:
“Bak a vezirim” diye söze başladı, öfkesini tereddüdüne sarıp yutkunarak; “ben ne babama benzerim, ne babamdan öncekilere. Şimdiki zaman başkaca zamandır. Çaresi yok fetih olacak.”
İhtiyar Sadrazam, tezini savunma kararlılığı içinde tek geri adım atmadı:
“O zaman bil ki, bunun mes’uliyeti tamamiyle sana aittur, çünkü akıbeti hayır görmüyorum. Bizans İmparatoru ünvanını alayım derken, korkarım padişahlıktan da olacaksın. Bu ne hırs!”
Padişah ilk defa öftkelendi:
“Hırs değil iman!” diye bağırdı, “dedik ya biz onu, ya o bizi! Hakikatli hükümdar olmanın başkaca çaresi yoktur.”
“Elinde olanla yetinsene.”
“Elimdekiyle yetinirsem elimde olan da gider Çandarlı, ne belledin. Zirvede durulmaz, ya devamlı tırmanırsınız, ya da aşağı kayarsınız. Ben gencim, tırmanacağım.”
Çandarlı çıkmak için toparlanırken:
“Ben söylemiş olayım, Hak Tealâ ve kulu nezdinde mes’uliyetten kurtulayım da, sen yine ne ki istersen yap, padişah sensin.”
“Şükrolsun biz padişah-ı cihanız ve Kostantiniyye’yi feth edeceğiz.”
“İmkânsız” diye dudak büzdü Çandarlı Halil Paşa.
“Neden koca vezir?”
“Çünkü surlar çok muhkemdir, muhkem surları yıkacak cesamette (büyüklükte) topumuz yoktur.”
Genç hükümdarın karşısına yine şartlar ve sebepler çıkmıştı. Ak Şemsüddin Hoca’nın sözlerini hatırladı. Gülümseyerek sordu:
“Surları yıkacak toplar günün birinde yapılacak mı?”
“Evet” dedi Sadrazam, “günün birinde herhal yapılır.”
Genç hükümdar kükredi:
“İşte bu gün o gündür vezirim! Topları kullanarak surları tar ü mar edecek Padişah da karşında duruyor.”
Ne demişti Ak Hoca:
“Şartlara teslim olmazsan şartlar değişir, sana teslim olurlar. Çok çalışır, çok dua eder ve çok istersen Allah’ın rahmeti tecelli eder, rahmet tecelli ettiğinde nice olmazlar tahakkuk eder. (gerçekleşir)”
Şartlar değişti, Bizans teslim oldu, çünkü rahmet inmişti. Bakın nasıl?
Bizans İmparatoru Konstantin Dragazes’in hizmetinde Macar asıllı bir top dökümcüsü (mühendis diyebiliriz) vardı: Urban Usta. Tam o sırada, İmparatorla arasında küçük bir ücret anlaşmazlığı oldu. Bu yüzden Urban Usta pılısını-pırtısını topladı ve Edirne’ye gitti. Padişah’la görüşmek istedi. Topçu olduğunu söyleyince, Padişahın bu işle çok ilgilendiği bilindiğinden, hemen huzuruna çıkardılar. Urban Usta yanında getirdiği plânları Padişahın önüne koydu:
“Bunlar” dedi Bizans’ı koruyan surların plânıdır, tarafımdan en zayıf noktalar tespit edilmiş ve işaretlenmiştir.”
Ardından başka bir deri heybe açtı.
“Bunlar da işaretlenmiş yerleri yıkacak kuvvette gülleler atabilen topların plânlarıdır. Bana imkân ve fırsat verirseniz sizin için bu topları dökerim. Siz de surları yerle bir edersiniz.”
Rahmet tecelli etmişti: Geriye şükür ve gayret kalıyordu.
Müverrih Tursun Bey, kendi adını taşıyan tarihinde der ki:
"Çün erkân-ı devlet vü mülâzımân-ı hazret kal'anun kapularun açdılar, Sultan Mehemmed-i Gazî, Hazret-i Muhammed-i Arabî aleyhi efdalü's-salavât, Burâka binüp seyr-i cennet ider gibi, ulema ve umerâsı ile kal‘ayı teşrif buyurdu." Mübarek fethin 549. yıldönümünde, “cevher insan” modeline hasret oluşumuzu da dikkate alarak, Fatih Sultan Mehmed'in kimliği, kişiliği ve yetişme tarzı üzerinde dikkatle durmak lâzım.
Öncelikle belirtmeliyim ki, Sultan İkinci Mehmed’in doğduğu dünyada, bir fatihin yetişmesi için gerekli maddi-manevi tüm şartlar hazırdı. Osmanoğlu'nun elinde, Malazgirt zaferinden itibaren oluşan aynı kıble eksenli, Kur'an orjinli insan kaynakları vardı. Mesela hocaları: Tarih, Molla Gürani gibi, Ak Şemsüddin gibi, Molla Hüsrev gibi cevherlerin aynı dönemi paylaşmalarına pek nadir şahit olmuştur. Bu bilim ve yürek adamları ise sadece aynı dönemi paylaşmakla kalmamış, aynı çocuğu aynı anda beslemek gibi İlâhî bir tevafukun unsuru olmuşlardır.
* * *
Dikkat: “Fetih ekseni” bir birini tamamlayan üç "âbide insan"dan oluşuyor. Biri Fatih Sultan Mehmed, ikincisi Ak Şemsüddin, üçüncüsü Ulubatlı Hasan.
Ulubatlı Hasan toplumsal terbiyenin cihad ruhunu, Ak Hoca, Kur'an ve Sünnet gibi dinin temel kaynaklarını, Sultan Mehmed ise adâletli, kifayetli ve liyakatlı yönetimi temsil ediyor.
Millet bu üçlüyü yetiştirdiği zaman fetih yolları tekrar önünde açılacaktır.
Sihirli formül şudur: İnsan+Hedef+ Gayret=Zafer
* * *
Fatih Sultan Mehmed Han, iki tarafında hocaları, hocalarının yanında vezirleri, beyleri, komutanları, arkasında peygamber müjdesine mazhar bir cennet ordusu ile 549 sene önce Roma’nın yüreğine girdi. Atını doğruca Ayasofya'ya sürdü ve o tarihte Ayasofya'nın içi henüz resim dolu olduğu için avlusunda iki rekat "şükür namazı" kıldı.
Hemen sonra hıristiyan halka hitaben bir “Amannâme-hak ve özgürlükler belgesi” yayınladı. Altında Sadrazam olarak Zağanos Paşa’nın “Elfakir Zağanos” şeklinde imzası, (kendisini tüm beşeri ünvanlardan soyutlayıp fakrinde aczini rütbe yapması o günkü insanın karakteri hakkında temel bir fikir verir sanıyorum) üstünde ise Fatih’in tuğrası bulunan “Amannâme”, “Biz ki, emir-i âzam Sultan-ı muazzam Murad Han oğlu pâdişah-ı muazzam ve emiri âzam Sultan Muhammed Han’ız! Yerleri ve gökleri yaratan Allah adına, büyük Peygamber’imiz Muhammed Mustafa Aleyhimüsselâm adına, yüce kitabımız Kur’an-ı Azimüşşan adına, Allah’ın yüz yirmi dört bin peygamberi adına, büyük babamız, babamız ve oğullarımız adına, kuşandığımız kılıç adına yemin ederiz ki.” diye başlıyor, Fatih Sultan Mehmed, inanmayan, ayrı dinden, ayrı dilden, ayrı kılık kıyafetten, üstelik birkaç gün öncesine kadar kılıç kılıca savaştığı bir halka, bugün bile ulaşmaya çalıştığımız bazı temel hak ve özgürlükler bahşediyor.
Sadece kendi çağını değil, bugün “demokratik” geçinen bazı ülkelerdeki insan hakları uygulamalarını bile çok çok aşan meşhur “Amannâme”siyle, Fatih’in, hıristiyan halka verdiği hak ve özgürlükleri beş ana maddede özetleyebiliriz:
1. İnanç özgürlüğü,
2. İbadet özgürlüğü,
3. Kıyafet özgürlüğü,
4. Seyahat özgürlüğü,
5. Ticaret özgürlüğü,
Gerisine siz karar verin
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorum Yazınız